Çocuk

   Eski bir okul vardı. Mahallenin okulu. Neredeyse tüm çocuklar o okula giderdi. Kim bilir kaç nesli büyütmüştü.

   Dışarıda, huni yapılmış gazete kağıtlarının içinde hala daha yeşil erik satıldığı, yere serilen brandaların üzerinde değişik oyuncakların olduğu, son masum yıllardı. Bırakın çocukları, büyükler bile iyi kalpliydi. En azından bu kadar kötü değillerdi. Yüzler gülerdi. Ya da belki de yalnızca biz göremiyorduk olup bitenleri. Bir çocuğun kafası basmaz öyle şeylere. Vuramaz, kıramaz, incitemez. Bilmeliydik tabi, zamanın pis bir kahkaha atar gibi yüzümüze vuracağını, güzel şeyleri alacağını.

   Zil çaldı. Hazırda bekleyen onlarca çocuk, çil yavrusu gibi etrafa dağıldı. Sadece oradaki bir banka oturup on dakikalık bir teneffüsü izleseniz bile içiniz mutlulukla dolabilirdi o dönemlerde. Kahkahalar, gülüşmeler, en güzel dostluklar, kızların ikili ip atlayışları, erkeklerin iki arada bir derede yaptıkları futbol maçları…

   Ertesi ders beden dersiydi. İlkokulun zıpır erkek öğrencileri, her zamanki gibi yine, malzeme odasından futbol topunu alıp dışarıya fırladılar. On yaşındaydılar. Mutlu, komik ve yaramaz.

   Aralarında bir tanesi vardı. Diğerleri gibi topun peşinden koşturur dururdu o da. Kirli, beyaz kramponları, üstüne en az bir beden büyük gelen mavi tişörtü, terli siyah saçlarıyla, yapmayı en sevdiği şey top oynamaktı. Çocuktu, saf, sevimli bir çocuk. Diğer arkadaşlarından biraz daha az sosyaldi. Yaramazdı ama fazla konuşmazdı da, içine kapanırdı. Hayalleri vardı.

   Fazla durumları olmayan bir ailenin tek çocuğuydu. Dersleri iyi sayılmazdı. Çocukluğun masumiyetine, rehavetine kapılıp gitmişti. Annesi, büyük bir ekmeğin içine bir şeyler tıkıştırır, okula gönderirdi. Tabi hafif de tombuldu. Annesi cebine de üç beş kuruş para koyardı. O dönemler simit ayran dönemleriydi. Okul kapısının önünde satılan simit ve ayran, dünyanın en güzel yiyeceği gibi gelirdi. Tabi o tüm parasını harcamaz, annesinin doğum gününde ve bazı özel günlerde, cebinde kalan birkaç lirayla ona okulun yakınlarından gül alırdı. Severdi annesini. Erkek çocuklar bağlıdır annelerine.

   Tabi para, dünyayı allak bullak eden o kağıt parçası, birçok kişinin olduğu gibi o çocuğun da hayallerini alıp götürüyordu. O da ne yapsın, içine gömüyordu. Bir çocuğun, hayatın gerçeklerini ve acılarını tatmaya başladığı nadide anlardandı.

   Zaman geçti. Ölümü de öğrendi çocuk. Babası kalp krizi geçirdi bir gün. Öylece gitti. Veda bile edemeden. Çok üzülmeyi öğrendi. Çok ağlamayı öğrendi çocuk. Kaybetmeyi öğrendi sonra.

   Ne mi oldu? Nel olur ki iyi insanlara? Kalbi temiz, gözleri gülen? Bir gün okula giderken, arabanın teki geldi. çarptı. Dünyanın bütün hıncını alırmış gibi hızlı çarptı. “Sürücü uyuyakalmış.” Dedi polisler.

   Bizim küçüğün kalbi dayanır mı? Canı da acır çocukların. Çok acır. Neyse ki o dayanmayı öğrenmişti. Dizi kanardı defalarca. İlk başlarda koparırdı yaygarayı. Fakat daha sonra öğrendi ki daha büyük acılar varmış hayatta. Düştükten sonra ağlamadı bir daha. Dişlerini sıktı. Gözlerini tuttu. Ağlamadı işte.

   Şimdi de dayandı aslında. Polisler gelene kadar dayandı. Ağlamadı. Yaşasaydı kim bilir neler yapacaktı? Belki büyük bir futbolcu olacaktı. Belki istediği video oyunlarını alabilecekti. Belki Afrika’ya safariye gidecekti. Kim bilir belki de ilk defa okulda başarılı olacak, takdir alacaktı.

   Kalbi çalışsaydı, yaşasaydı…

   Yere baktılar. Elinden bir kağıt düşmüş. “Sosyal Bilgiler Performans Ödevi” yazıyor. Yazısı genelde özensizdir. Ama buraya öyle güzel bir yazı yazmış, öyle özenmişti ki. Arka sayfada küçük bir not: “Hocam, bu sefer çok çalıştım. İnşalllah yüksek not alırım.”

   Hayat işte böyleydi. Bir çocuğun masumiyetine, iyi bir insanın kalbine, adalete, umuda çarpan bir araba gibiydi bazen. Ne var ki, soğuk havada üzüntüyle dalıp giden polisler gibi, elimizden hiçbir şey gelmiyordu.

0 yorum:

Yorum Gönder

Popular Posts