Karanlığın ortasında süzülen birkaç ışıktık yalnızca biz. Nerede olursak olalım hep aynı yere giderdik. Sonsuz bir boşluğa... İnsan da bu değil midir zaten? Sonsuzluğa giden...
Gemileri düşünüyorum. Zifiri karanlık bastırınca bile insanların umutlarını, hayallerini, en basiti ekmeğini taşıdığı o emekçi gemileri. Onlar da karanlığın ortasındaki birkaç ışık hüzmesi değil miydi? Sanki cırcır böcekleri gibi parıldamıyor muydu?
O gemiler; o dümdüz, o uçsuz bucaksız görünen yolda alabildiğine giderdi. Sanki hiç o karanlıkla alakası yokmuş gibi. Karanlık asla onu yutamayacak gibi. Ama şunu da unutmamak gerekirdi ki ışık da karanlığın bir parçasıydı. Işık, hiçbir zaman karanlık olmadan bu kadar parlak görünemezdi.
Dedim ya, insan gibiydi gemi. Karanlığın ortasında umuttu. Kocaman gibiydi, sanki o anda her şey sadece ondan ibaretti. Ama hiçbir zaman içinde bulunduğu, o onu yutan karanlıktan büyük olamamıştı. Buna rağmen vazgeçmemişti gemi. İlerlemeye... Yolu hep devam ediyordu geminin. Etmeliydi de. Başka ne yapardı ki gemi deniz üstünde durmadan ve oradan oraya savrulmadan? Ne yapardı onu oradan buraya savuran bir kaptanı olmadan? Peki ya ne yapardı yüzüne çarpan çetin rüzgarlar olmadan?
İnsan bir gemiydi hep. Gemi de insan. İkisi de birlikteydi işte. Birbirlerinin karşısında duruyorlardı öylece. Işıklarını saçıyorlardı ikisi birden. Kendisini gösterebilmek için. Serin rüzgarların estiği bir haziran gecesinde...
Yazar: Kehribar
0 yorum:
Yorum Gönder